İdeolojik Devlet Yargı Korumasında (Öğretmen Aytaç Kılıç Hakkındaki Danıştay Kararının Düşündürdükleri) (13 Şubat 2006)

İDEOLOJİK DEVLET YARGI KORUMASINDA

(Öğretmen Aytaç Kılınç Hakkındaki Danıştay Kararının Düşündürdükleri)

30 Ağustos 1996 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerinden kadrosuzluk nedeniyle emekliye sevk edilmiştim. Silahlı Kuvvetlerin içinde büyük bir tasfiye harekâtı başlatılmıştı. Eşinin başı örtülü veya kendisi dini vecibelerini yerine getiriyor diye bir kısım subay/astsubay sakıncalı personel kategorisine alınıyordu. Bu personel kritik kabul edilen görevlere verilmiyordu. Askeri okullarda bulunanlar, mesleği öğretmen bile olsa kıtalara, idarî görevlere atanıyorlardı. Komutanlık makamları benzeri personelden esirgeniyordu. Bu personel üzerinde yoğun bir baskı başlamıştı. Tesettürlü subay/astsubay eşlerinin askerî lojmanlara giriş çıkışları zorlaştırılıyor, akraba ve yakınları lojman nizamiyelerinden döndürülüyordu. İnancı nedeniyle sakıncalı durumuna sokulan personelin çoğuna amirleri tarafından ?Eşin başını açsın, sen de elinde içki kadehi ile bir toplantıya katıl, senin sakınca dosyanı yok edelim.? tarzında ikaz ve baskılar uygulanıyordu. Hatta, inancı nedeniyle başını açmayan eşini, boşamasını tavsiye edenler dahi vardı. Sakıncalı kategorisine sokulan insanlar hakkında, menfi işlem yapmayan amirler hakkında da sakıncalı işlemi yapılacağı bildirilerek, amirler de baskı altında bulunduruluyordu.

Nihayet tasfiyeler başladı

1995 yılında   77 kişi (18?i Subay,  59?u Astsubay)

1996 yılında   47 kişi (15?i Subay,   32?i Astsubay)

1997 yılında 154 kişi (40?ı Subay, 114?ü Astsubay)

1998 yılında 241 kişi (127?si Subay, 114?ü astsubay)

Sadece bu dört yıl içinde, görevlerinde fevkalade başarılı oldukları halde,  kendileri veya eşleri inançlarını yaşıyorlar diye toplam 515 (Bu gün bu sayı tespit edebildiğimiz kadarıyla 1250?dir) kişi, şeref ve haysiyetleri de ayaklar altına alınarak, kendilerini savunma hakkı dahi verilmeden, ve daha sonra da yargı önünde haklarını arama imkanı bırakılmadan, idarî  (Yüksek Askerî Şûra) kararlar ile Silahlı kuvvetler dışına çıkarılmıştı. Eşleri örtünen Sb/Astsb.?lar da, kendilerinin başka bir dini faaliyetleri olmasa da Devlet için tehdit sayılıyordu. Onlara ?İrtica tehdittir. Eşinizin de başı örtülü olduğuna göre, irticai örgütlerle ilişkili demektir. Siz de bir örgüt üyesi ile evli sayıldığınız için Silahlı Kuvvetlerde kalamazsınız? deniliyordu. Yani amirler insanların özel hayatlarına müdahale hakkını kendilerinde görüyorlardı. Üstüne üstlük, bu şekilde çıkarılanların, kamu kurumlarında ve hatta özel kuruluşlarda dahi görev alamamaları için tedbirler alınıyordu. Türk Milleti ve Devleti için tehlikeli bir tasfiye ve kadrolaşma hareketi başlatılmıştı. Her halde yargıya güvenilmediği için olacak, çıkarılanlara, idari yargıya gitme imkanı da bırakılmıyordu. 

Silahlı Kuvvetlerin dışındaki insanlar bu gelişmeleri anlayamıyorlardı

Sahip olduğumuz rütbe ve kariyerimizi dikkate alarak, şahsımızı dinleyenlere, işin vahametini; girişilen faaliyetin Silahlı Kuvvetlerle sınırlı, lokal bir tasfiye işlemi olmadığını; su ile dolu havuzun ortasına atılan taşın meydana getirdiği dalgalar havuzun tamamına nasıl yayılır ise, Silahlı Kuvvetlerde başlayan bu hareketin de toplumun bütün kesimlerine dağılacağını; zaman içinde, bu tasfiyenin Silahlı Kuvvetlerden Kamunun diğer alanlarına, Kamudan da Milletin tamamına yayılacağını; sorumlu ve yetkili olduğunu düşündüğüm her kademeden insana, vakit geçirmeden, tedbir alınmasının önemini anlatmaya çalıştım. İnsanlar etkilenmiş görünüyor ve fakat parmağını dahi kıpırdatmıyorlardı. Sanki Silahlı Kuvvetler, başka bir ülkeye bağlıydı. Sanki, O?nu teşkil eden ve inançları nedeniyle çıkarılan insanlar başka bir milletin fertleriydi. 

Bu gün geldiğimiz nokta ortada. Danıştay 2nci Dairesi, kimliğindeki resminde başı örtülü olduğu için, bir öğretmenin mağduriyetini onaylıyor. Bu öğretmen hanım, daha alt bir göreve atanmış olarak değil de, görevine son verilmiş olarak Danıştay 2nci Dairesinin karşına gelseydi, acaba karar daha değişik olur muydu? Zannetmen. Her halde görevine son verme işlemini de onaylayan bir karar çıkardı. 

İdare Mahkemelerinin görevi, devletin memurları tarafından, devletin vatandaşlarına karşı haddi aşan, yasalara aykırı ve hukuk dışı, işlem ve eylemler olursa, esas itibariyle fertleri devlete karşı korumaktır.  Fertleri devletin ezmesini önlemektir. Mevki ve makam sahiplerinin, milletin kendilerine emanet ettiği devlet gücü ile, insanlardan intikam almasını önlemektir. Eylem ve işlemlerin Anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerde belirtilen esaslar içerisinde yapılıp yapılmadığını inceler ve daima fertlerin lehine bu mevzuatı yorumlar. İdare mahkemeleri, fertlerin devlete karşı koruma sigortalarıdır. Danıştay 2nci Dairesinin kararında; Öğretmen Aytaç Kılınç?ın hüviyetindeki resminin örtülü olmasının ve ara sıra dışarıda başını örtmesinin, bir okula müdür olarak atanmasına engel teşkil eden  hiçbir somut mevzuat maddesi vaaz edilmemiştir. O zaman bu kararın hukukî olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kararlarının, hukuki olmaktan ziyade siyasi olduğu konusunda, İslâmî duyarlığı olan kesimler hemfikirdir. Peki kendi idaremiz ve yargımızın yaklaşımı hukuki midir? Bizim insanımız, inançlarımızın gereğini yaşamak zorunda olduğumuzu anlamaz ve mağdur ederse, elin insanına ne demeye hakkımız olabilir? 

Bu duruma nasıl geldik?

Önce, Milli İradenin kontrolü dışındaki önemli kamu kurumlarımız olan Yargı, TSK ve YÖK?te Milli ve manevi değerlerimize ters bir kadrolaşma gerçekleştirildi.

Sonra, irtica birinci derecede iç tehdit olarak belirlendi ve irticaya karşı uygulanacak tedbirlerle birlikte Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde yerini aldı.

Bundan sonra, Evvela TSK?de tasfiye başladı. Arkasından 28 Şubat 1997 Müdahalesi ve takiben de siyasi iktidar tasfiye edildi.

Sırasıyla Yüksek öğretim Kurumundan başlanarak, Rektörler, Dekanlar ve öğretim görevlileri kadrolaştı ve YÖK ile uyum sağlayamayan öğretim üyeleri ile başı örtülü  kız öğrencilerin Üniversitelerle ilişikleri kesildi. İlahiyat fakülteleri kız öğrenciler için okunamayacak, erkek öğrenciler için de istikbal vaat etmeyen bir hale dönüştürüldü. Bu gayretler yargı kararları ile desteklendi. Gidişata tepki gösteren birkaç savcı ve hakim de yargı bünyesinden çıkarıldı. 

Orta öğretimde,özel okullar öncelikli olmak üzere, evvela öğretmenler, arkasından başı örtülü kız öğrenciler, hakka hukuka bakmadan eğitim ordusunun dışına atıldı. İmam hatiplerin ve meslek liselerinin  orta kısımları kapatıldı. Üniversiteye giriş imkanları engellendi. Kur?an Kursları büyük bölümü ile yasa dışı duruma itildi.

Başta mülki idare görevlileri olmak üzere, inancını gösteren tüm kamu görevlileri tasfiye mekanizmasından payını aldı.

Esnaf ve sanatkarla dahi inancına göre tasnif edildi.

Dönemin Cumhurbaşkanları bu faaliyetlerin gönüllü baş savunuculuğunu yaptılar. 

Ülke işgal altında olsaydı, milletin dini hayatındaki bu mevzuat ve uygulama değişikliklerini, işgal kuvvetleri bu kadar kısa sürede gerçekleştiremezdi. Zaten millet de bu sürede vatanını işgalden kurtarırdı.

  

Bütün bu faaliyetler geçtiğimiz 10 seneye sığdırıldı

Şayet, ileri sürüldüğü gibi başını örtenler ve inancını yaşayanlar gerçekten devlete tehdit olsaydı; bu geçen zaman içinde, asker-sivil yüz binlerce kişi organize olurdu da devlet içinden yeni bir devlet çıkarırdı. Bu inançlı insanlar değil organize, adi suç konusunda bile en sondadırlar. O halde dindar insanları devlete tehdit olarak göstermek safsatan başka bir şey değildir. 

Şimdi ortada iki iktidar var. Birisi milli iradeyi temsil eden siyasî iktidar. Diğeri devleti ele geçiren bürokratik iktidardır. Bürokratik iktidar tasfiye ve kadrolaşmalarla devleti ideolojik hale sokmuştur. Yargı da ideolojik devleti korumasına almıştır. Son Danıştay kararı bunun örneğidir. Resmî ideoloji, millette, dayattığı inançtan başka, inanç ve düşüncenin yeşermesine müsaade etmemektedir. 

Millet bunalmıştır. Bu kıskaçtan çıkmak için iki yol görülüyor. Birisi, milli iradeyi temsil eden TBMM ve Bakanlar kurulu eliyle, diğeri ise Milletin kendi eliyledir. Bu baskıyı kaldırmak millete kalırsa çok sancılı olur. Örnekleri, çok yakınımızdaki devletlerden Polonya, İran, Romanya, Bulgaristan, Ukrayna ve Gürcistan?da, çok yakın tarihlerde görülmüştür. Buralarda olanlardan ders alalım. 

Milli iradeyi devlete hakim kılalım. Devletin millet için olduğu prensibini kabul edelim. Azınlık düşüncenin ve milletin değerlerine zıt değerlerin  kadrolaşmasına dur diyelim. Milleti devletin gerçek sahibi yapalım. 

Hükümetimiz ise:

Milli Güvenlik Siyaseti Belgesindeki iç tehdit olarak belirlenen, aşırı sol, irtica ve bölücülüğü tehdit kapsamından çıkararak başlamalıdır. Böylece Devletin gücünün milletin üstüne bir kabus gibi çökmesi önlenmiş olacaktır.

Arkasından, TBMM?nin sayısal imkanı var iken; Milletin değerlerini özümsemiş, Milletin bütün fertlerine ve sahip oldukları değerlerine sahip çıkabilecek, herkesin benim Cumhurbaşkanım diyebileceği, liderlik vasıfları bulunan, Milletin önünde imtihan vermiş ve bu imtihanlardan yüz akı ile çıkmış, yüksek ahlâkî değerlere ve cesarete sahip, siyasetin içinden bir adayı CUMHURBAŞKANI seçerek kararlılık göstermelidir.

Sonra Türkiye?yi Avrupa?ya entegre etmekten önce Devleti Millete entegre edecek faaliyetlere girişmelidir. Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimini milat olarak kabul edersek, Devletin Millete entegrasyonu için asgari 20-25 yıla ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır. Zamanla giren sıkıntılardan kurtulmak için de zamana ihtiyaç duyulmaktadır. Allah (cc) Milletimizi ve Devletimizin her türlü beladan muhafaza etsin. 13 Şubat 2006

Adnan Tanrıverdi
Emekli Tuğgeneral
ASDER Gnl.Bşk.

Paylaşmak ister miydiniz?

Submit to DeliciousSubmit to DiggSubmit to FacebookSubmit to Google BookmarksSubmit to StumbleuponSubmit to TechnoratiSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn