28 Şubat 10 Yaşında (M. Baydemir ile röportaj) (20 Ocak 2007)

28 ŞUBAT ON YAŞINDA

 

28 Şubat post-modern darbesinin üzerinden 10 yıl geçti. Bu süreçte çok sayıda insanın canı yanarken, ülke büyük bir buhran yaşadı. Halkın demokratik yollarla iktidara taşıdığı bir parti kapatılırken, İmam Hatiplerin üniversiteye girişinde kısıtlamalar ile orta kısımlarının kapatılması ve başörtüsü yasağı gibi çağdışı uygulamalar bu dönemden sonra uygulandı. Aslında ifade edildiğinin aksine Türkiye ne İHL?lerde veya başörtüsünde ve hatta parti kapatmalarla ilk defa karşılaştı. Geçmiş dönemde yaşanan birçok darbe ardından yine benzeri şeyler yaşanmıştı. Bu darbelerin gerçekleşmesi sırasında iktidarda olanlar ülkeyi germek, halkı kışkırtmak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında başrol oynayan olarak görüldüler. Oysa darbeciler ve sempatizanları bu süreçte hep yer aldıkları rollerle, ?Hırsızın hiç mi suçu yok? bile dedirtmediler

 

 

TSK?nin asli görevi nedir?

 

TSK İç Hizmet Kanunun 35 inci maddesi ?Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.? hükmünü taşımaktadır. Bu madde, TSK?ne iç ve dış tehditlere karşı planlar yaparak, güç geliştirerek ve muhtemel hedeflere karşı eğitim ve öğretim faaliyetlerini yürütme görevi vermektedir.

TSK:

Dış düşmana karşı ?Türk yurdunun? korunması görevini , Anayasanın 92 nci maddesine göre TBMM?nden ;

Ülke genelinde baş gösteren ayaklanma, Cumhuriyete karşı eylemli bir kalkışma ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri gibi İÇ TEHDİTLERE karşı ?Türkiye Cumhuriyetini? koruma görevini de, Anayasanın 119 ve 122 nci maddelerine göre, olağanüstü hal veya sıkıyönetim ilan etmek suretiyle, ?Bakanlar kurulundan? alması gerekirken;

Emir Komuta zinciri içinde veya bir başka türlü, mevcut meşru düzeni ortadan kaldıracak şekilde güç kullanması veya kullanma tehdidinde bulunması , TSK?nin bizatihi kendisini anayasal düzene ve meşru otoriteye karşı bir tehdit konumuna sokmaktadır.

TSK?nin, kendiliğinden Türk yurdunu korumak amacıyla bir komşu ülkeye savaş açması düşünülemezken; Cumhuriyeti korumak ve kollamak perdesi arkasında , Anayasal düzeni alt üst etmesi normal karşılanabilir mi?

Tabii ki bunları normal karşılamak mümkün değildir. Bu fiilleri işleyenler, en azından Askeri Ceza Kanununun 100:102 nci maddeleri ile düzenlenen suçlardan yargılanmaları gerekmektedir.

 

 

TSK, siyasetin merkezinde mi? Bu doğru bir yaklaşım mı?

 

Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) kuruluş , görev ve yetkilerini düzenleyen 1982 tarihli T.C. Anayasasının 118 inci maddesi ve 2945 sayılı MGK Kanunu; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Üst Komuta kademesini (Gnkur.Bşk. ve Kuvvet Komutanları) aktif siyasetin merkezine oturtmaktadır.

Milli Güvenlik Kurulunun beş üyesi askerdir. Kurulun Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanması, asker üyelerini Bakanlar Kurulu ve TBMM?nin üzerine çıkarmakta ve siyasetin içine sokmaktadır. Son değişiklik ile istişarî bir kurul hüviyetine sokulsa da, müdahalelere çanak tutan kararların alınmasında etkili olmaktadır.

Aslında bu kurul, şimdiki haliyle, Başbakanın başkanlığında toplanmalıdır. Cumhurbaşkanının başkanlığında ise, Yasama, Yürütme, Yargı erkinin ve Özerk Kurumların başkanları ile bu kurumlardan gerekli üyelerin katılımı ile bir ?Yüksek İstişare Kurulu? oluşturulmalıdır. Yüksek İstişare Kuruluna da Silahlı Kuvvetlerden sadece Genelkurmay Başkanı katılmalıdır.

 

 

İç meselelerde, özellikle de irtica söz konusu olduğunda, sesini yükselten TSK neden dış politikada bu sesini kesiyor. 1 Mart tezkeresi başta olmak üzere Türkiye için hayati önem arz eden konularda neden sessiz kalınıyor?

 

Türk Silahlı Kuvvetleri ne iç politik meselelere ne de dış politik meselelere müdahil olmamalıdır. TSK?nin iç politikaya karışmasını kabul etmezken, dış politik konularda neden sessiz kalıyor diye tenkit edilmesini de doğru bulmuyorum.

Örneğin, 1 Mart Tezkeresinin görüşülmesi sırasında Ordunun sessiz kalması, bu gün daha iyi anlaşılıyor ki, Ülkemiz için hayırlı olmuştur. Karar Milli İradenin tecelli yeri olan TBMM?ne bırakılmış, o da en doğru kararı vermiştir.

Bütün meselelerimiz Milli İradenin tercihine göre çözülmelidir. Bu demek değildir ki TSK?nin görüşü alınmayacak. Tabii ki karar mercileri, bir meselede karara ulaşırken, özellikle dış politik konularda, TSK?nin de kullanılması söz konusu olacağından, ilgili organlarda istişarelerini tamamlamalı, fayda ve mahzurlar müştereken mütalaa edilmeli, imkan ve kabiliyetler ölçülüp biçilmeli ve sonunda karar milli iradenin temsilcilerine bırakılmalı ve icradan tek ses çıkmalıdır.

İktidarın yanlışları var ise, bu yanlışları kamu oyuna duyurma görevi muhalefete düşer. Sivil toplum kuruluşları Milletin isteklerinin takipçisi olur.

Silahlı Kuvvetlerin muhalefet partisi gibi kamu oyu önünde fikir beyan edip, hareket ettiği dünyanın hangi gelişmiş ülkesinde görülmüştür.

.

Öte yandan TSK?nin ülke menfaatleri açsından tek başına karar alma gücü bulunmazken nasıl oluyor da Türkiye?deki anayasal düzeni, Cumhuriyeti koruma adı altında, altüst ediyor?

 

Evet müdahalelerde, anayasal düzen alt üst oluyor.

Ama bunun tamamını TSK?ne yüklersek sağlıklı sonuçlara ulaşamayız.

Son 28 Şubat müdahalesinde TSK baş rolde görünmüştür. Ama Cumhurbaşkanının kabahati yok mu? Demokrasinin vazgeçilmez kurumları olan muhalefet partilerinin suçu yok mu? Birer anayasal kurum olan Yargıtayın, Anayasa Mahkemesinin dahli yok mu? Bilim yuvası olması gereken Üniversitelerimizin katkısı yok mu? Milletimizin hiç mi günahı yok?

Milli İrade karşısında bir blok oluşmuştu. Buna Bürokratik Otorite diyebiliriz. İşin garibi muhalefet partileri de bu bloğun girişiminden yarar ummuştur. Hatırlayalım, zamanın Başbakanı, Milli Güvenlik Kurulunda alınan karara karşı çıkılması ve TBMM?de görüşülmesi için, muhalefet parti liderlerini tek tek ziyaret etmiş, ama destek bulamamıştır.

Eğer TBMM iktidarı ve muhalefeti ile ayağa kalksaydı, Yargı ve Yüksek öğretim milli iradeye saygıya davet etseydi, sivil toplum kuruluşları öncülüğünde millet tepkisini gösterseydi, TSK müdahalede ısrar edebilirmiydi? Kesin olarak hayır.

Bu gün de Cumhurbaşkanlığı seçiminde durum aynıdır. Ben Silahlı Kuvvetler seçime müdahil olacak demek istemiyorum. Bence dışında kalmak için gayret sarf ediyor. Ama Mecliste temsil edilmeyenler de dahil, meselenin çözüm yerinin TBMM olduğuna dair, bütün siyasi partilerin kesin tavır koymaları gerekirken, sanki TBMM mevcut hali ile gayri meşru imiş gibi davranıyorlar. Çok yanlış bir tutum. Milletin, bu politikalarını tasvip ettiğini zannediyorlarsa çok yanılıyorlar. Çevrelerinde kilitlenmiş bir partili grubun dışındakiler bu yaklaşımlara hayretle bakıyorlar. Hem tecelli etmiş milli iradeye saygı gösterilmiyor, hem de milletten oy isteniyor.

YAŞ kararlarıyla 28 Şubat?tan bu yana kaç kişi irticai faaliyet adı altında ordudan uzaklaştırıldı?

 

1990 yılından bu güne kadar, İslâmî inançlarını kendisi veya eşi yaşamına uyguladığı için, Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararı ile TSK?den Re?sen emekli edilen subay ve astsubay sayısı 1522 kişidir. ( 1990:1996 arasında 615 Sb.Astsb.; 1997:1998 Yıllarında 569 ; 1999:2000 yıllarında 143; 2001:2005 yıllarında da 195 Sb./Astsb. İnançlarından dolayı Silahlı Kuvvetlerden tasfiye edilmiştir.) Ama, YAŞ Kararına maruz kalmamak için, kendi isteği ile ayrılanları da düşünürsek bu miktar on bini bulur. YAŞ kararı ile tasfiye edilenlere, yasal bir suç isnat edilemedi. Askeri yargının her hangi bir kademesinde de yasal bir suçtan yargılanıp mahkum da edilmedi. İşlemlerin tamamı yanlış, haksız ve hukuk dışı idari kararlarla tesis edildi. Halen de devam ediliyor.

 

Ülkemiz işgal altında olsaydı 28 Şubat kadar tahribat olur muydu?

 

Kesin olarak hayır.

Sahip olduğumuz coğrafya, Dünyanın gözünün üzerinde olduğu, üç kıtanın birleşim yerinde bulunan, üzerinde İmparatorlukların kurulduğu, tarihteki bütün medeniyetlere beşiklik etmiş, fevkalade önemli bir coğrafyadır.

Devletimizin çevresini de kontrol edebilen güçlü bir devlet olması gerekir. Devletin güçlü olabilmesi için Ordumuzun da çok güçlü olması gerekmektedir.

Başta inançlı insanlar olmak üzere, bu değerin bilincinde olan Milletimiz, Devleti ve Ordusuna karşı son derece bağlı, her halükarda Devletine ve Ordusuna zarar gelmesini istemeyen duygu ve düşüncelere sahiptir. Bu noktanın altı çizilmesi gerekir.

28 Şubat 1997 müdahalesinden sonra, inançlı insanlarımız çok hırpalandı. Hükümetten alaşağı edildi. Ordudan tasfiye edildiler. Üniversitelerden dışlandılar. Dinî eğitim müeesseleri dağıtıldı. Ekonomik hayatları yok edilmeye çalışıldı. Devletin en tepesini işgal edenler, değerlerini hiç tanımadı. Bütün bunlara Devletine Ordusuna sadakatinden dolayı, bir gün geçer düşüncesi ile sabretti. Sineye çekti.

Ama, bunları işgal kuvvetleri yapsaydı, İstiklal Savaşında, Aydın?da, Adana?da, Maraş?ta, Urfa?da, Erzurum?da ne yaptıysa onu yapardı. Bu noktanın da altı çizilmelidir.

Şayet, ileri sürüldüğü gibi başını örtenler ve inancını yaşayanlar gerçekten devlete tehdit olsaydı; bu geçen zaman içinde, asker-sivil hedef gösterilerek mağdur edilen yüz binlerce kişi organize olurdu da devlet içinden yeni bir devlet çıkarırdı. Bu inançlı insanlar değil organize, adi suç konusunda bile en sondadırlar. O halde, Devletin, Milletin ve Vatanın gerçek savunucuları olan dindar insanları, devlete tehdit olarak göstermek SAFSATADAN başka bir şey değildir.

 

TSK?nin personel politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bir yerde tasfiye varsa, kadrolaşma da vardır. Kadrolaşmanın olduğu yerde güç, belirli grupların eline geçmiş demektir. Güçü elinde bulunduranlar, Milletin değerlerine yabancı ise, kontrolden çıkmış ve gücüne güvenerek dayatmaya hazır demektir. Bu kadrolaşma darbelerden önce ve sonra yapılan tasfiyelerle sağlanmaktadır.

Yaklaşık 10 yıldır Silahlı Kuvvetlerde uygulan tasfiyelerle ve silahlı Kuvvetlere personel alırken; mülakat safhasında ebeveyn ve kardeşlerin fotoğrafları da istenerek, dindar insanların çocuklarının Silahlı Kuvvetlere girmesi engellendiğinden, ve bu uygulama, bir on yıl daha devam ettirildiği takdirde kadrolaşma tamamlanacak; böylece 2015?li yıllarda artık inançları nedeniyle silahlı kuvvetlerden Sb./Astsb. çıkarılmasına ihtiyaç kalmayacaktır.

?Profesyonel Askerlik? uygulamasının da bu sürecin sonunda tamamlanması halinde, Silahlı Kuvvetlerimiz, 1800?lü yıllardaki YENİÇERİ OCAĞINA benzer hale geleceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

(Askerlik hizmeti, bir yükümlülük olduğu kadar, aynı zamanda bir haktır. Belki bir kısım insanlar yükümlülükten kurtulacakları için profesyonel askerlik uygulamasını faydalı bulabilirler. Vatan savunması hakkından mahrum edilen YAŞ? zedelerin ızdırabını; ve yükümlülük imkânı olduğu için bu gün silahlı kuvvetlere katılma hakkını elde eden 100 binlerin sağladığı dokunun da bozulacağını; unutmamak gerekir).

BU NEDENLERLE SİLAHLI KUVVETLERİMİZDEKİ PERSONEL POLİTİKALARI HEM SİYASİ OTORİTEYİ HEM DE MİLLETİ ÇOK YAKINDAN İLGİLENDİRMEKTEDİR. Darbe istemiyorsak, bünyesine personel seçme ve bünyesinden personel tasfiye etme yetkisini, sadece Silahlı Kuvvetlere bırakma lüksümüz yoktur.

 

TSK?de Sebatay ve Masonik yapılaşma??

 

Dindar insanları tasfiye eder ve TSK?ne giriş kapılarını da kapatırsanız, kadroları kimlerin dolduracağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

 

?Milli Güvenlik Siyaset Belgesi?nden bahseder misiniz?

 

Devletlin Teşkilatlandırılmasında ve Yasal Mevzuatın oluşturulmasında ANAYASA?nın yeri ne ise; güç geliştirme ve güç kullanma planlarının hazırlanmasında ve uygulanmasında da ?Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi?nin fonksiyonu odur.

GÜVENLİK PLANLAMASININ SAFHALARI:

MGSB?nin somut olarak neler içerdiğini hazırlayanlar bilebilir, ancak format olarak altı bölümlü ve çok gizli gizlilik derecesine sahip bir doküman olduğu bilinmektedir.

Belgenin :

İkinci bölümünde: Milli Güvenliğe Yönelik iç ve dış tehditler ile yıkıcı-bölücü faaliyetlere sağlanan dış politik destekler;

Üçüncü bölümünde: Uluslararası Kuruluş ve Örgütler ve dahil olduğumuz çok taraflı anlaşmalar;

Dördüncü bölümünde: Milli Hedef ile iç ve dış siyaset hareket tarzlarını da içeren Milli Güvenlik Siyaseti?nin esasları, Komşu ülkelerin Milli Siyasetlerini de içeren Özel Milli Güvenlik siyasetinin esasları, Ekonomik, Sosyal, Kültürel, Milli Eğitim ve Psiko-Sosyal Siyaset ile ilgili esaslar, tespit ve değerlendirilir.

Belgenin bu bölümlerindeki tespit ve değerlendirmelerin hazırlanma yetki ve sorumluluğu Bakanlar Kuruluna aittir. Bu bölümlerin Hükümetin,TBMM?den güven oyu almış olan, Programı esas alınarak hazırlanması gerekir.

Belgenin beşinci bölümünde de: ?Savunma Siyaseti? tespit ve belirlenir. Savunma Siyasetinin hazırlanmasından Silahlı Kuvvetler Sorumlu, onayından ise belgenin bütünü ile birlikte Bakanlar Kurulu sorumludur. Yani Savunma siyasetinin, Hükümetin belirlediği Milli Hedefler ve tehditler ile iç ve dış siyaset esaslarına uygun olması gerekir. Değil ise muktedir bir İktidar, Savunma Siyasetini, TBMM?den onay almış programına uygun değerlendirmelerine uydurur.

Milli Güvenlik Kurulunca tasvip edilip, Bakanlar Kuruluna tavsiye edilen MGSB Bakanlar Kurulu tarafından da onaylandıktan sonra, uygulama alanına aşağıdaki planlama aşamalarından sonra ulaşır :

*Hükümet tarafından (MGK Genel sekreterliği vasıtası ile) ?Hükümet Topyekün Savunma Direktifi? hazırlanır ve icra elemanlarına gönderilir.

*Bakanlıklar tarafından; uzun vadeli plan ve programlar, kalkınma planları ile Seferberlik ve Savaş hazırlıkları Planlama Direktifi hazırlanarak ast birimlerine gönderilir.

*Hükümetin Topyekün Savunma Direktifini alan Silahlı Kuvvetler tarafından ise :

**Askeri Stratejik Hedef Planları (SHP) ve Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) hazırlanır.

**Genelkurmay Başkanlığınca ?Harekât Planlama Direktifleri? hazırlanır ve Kuvvet komutanlıklarına yayınlanır.

***Kuvvet Komutanlıklarınca, Genelkurmay Direktifine uygun olarak, Dış tehditlerin bertaraf edilmesi için ?Genel Savunma Planlama (GESAP) Direktifi?; iç tehditlerin bertaraf edilmesi için de ?Emniyet ve Asayiş Planlama (EMASYA) Direktifi? hazırlanır; GESAP, kademe kademe en küçük birliğe kadar, EMASYA planı ise Garnizon Komutanlıkları seviyesine kadar yayınlanır ve her seviyedeki birlik ve Garnizon komutanlığı da, aldıkları görevi başaracak şekilde kendi planlarını hazırlarlar.

Planlarını hazırlayan her kademedeki Komutanlık; Üst Komutanlığından aldığı planda kendisine verilen görevi başarmak için, kendisine yetki veren yasal mevzuatı da (Anayasa, MGK, YAŞ, İç Hizmet, Askerlik, Seferberlik, Olağanüstü Hal, TSK Per., Terörle Mücadele v.b. Kanunlar ile bu Kanunlara dayanılarak çıkarılan Tüzük ve Yönetmelikleri) dikkate alarak, vazifesini tahlil eder, seviyesine göre yazılı veya zihni Durumu Muhakeme eder ve tayin ettiği hedefe ulaşmak için engel olacak tehditleri de bertaraf edecek şekilde görevlerini belirler.

Silahlı Kuvvetlerin Kuvvet yapısının oluşturulması; araç, silah ve teçhizat alımları; eğitim, tatbikat ve faaliyetlerin planlanması ve icrası hep MGSB?dan alınan, GESAP ve EMASYA Planları ile ast kademelere gönderilen görevlerin başarılmasını hedef alır.

Bu nedenle, ?Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi?nde saptanan esaslar; Devletin Çarklarının işleyişinde, Güvenliğin sağlanmasında, Milli ve Manevî değerlerin muhafazasında -veya yozlaştırılmasında-, Milli Birlik ve beraberliğin temininde -veya bölücülüğün teşvikinde- belirleyici ve emredici özelliklere sahiptir. Fevkalade önemli bir Dokümandır. Devlet Mekanizmasının, yani bürokrasinin icraatlarına, yasal mevzuattan sonra meşruiyet kazandıran bir belgedir. Devletteki Planlamanın GİZLİ ANAYASASI?dır dense yeridir. İçeriği, iktidar partilerinin seçim bildirgelerine, TBMM?den güven oyu almış Hükümet Programlarına uygun olmak şartıyla, Devletin emniyet ve bekası ile milletin refahı için hazırlanmasından vazgeçilemeyecek bir belgedir.

 

Toplumun siyasi tercihinin sürekli olarak askeri irade tarafından baskıyla veya darbeyle müdahaleye uğraması toplumda gerginliğe yol açmaz mı?

 

Tabii ki evet.

İnsanlar Devletin tepesindeki inatlaşmayı anlayamıyor. Önemli bir konu olsa, TSK ne der? Gerginlik olacak mı? Darbe olur mu? Kaygısı içinde yaşıyor. Bu durum güven bunalımına sebep oluyor.

Bu sadece toplumda değil, Devleti yöneten kadrolarda da tutukluğa sebep oluyor. Bölgemizde sıcak olaylar oluyor. Çözümü için muktedir otoriteye ihtiyaç gösteriyor. Kör çekişmenin anlamı yok. Herkesin inancı kendine, ama devletin önemli meselelerini ideolojilerimize feda etmeyelim.

İki kaptan en sağlam gemiyi bile batırır.

 

Yargı 28 Şubat?ta bağımsız mıydı?

 

Devlet olmanın birinci şartı, sahip olduğu hudutlar içinde Vatanın ve Milletin güvenliği, ikinci şartı da adaletin tesisidir. Adaletin tesisi için de, hukuka uygun yasalar ve bu yasaları bağımsız ve tarafsız uygulayacak yargı sisteminin olması gerekir.

28 Şubat döneminde, özellikle Yüksek Yargıyı düşündüğümüzde, bağımsız, tarafsız ve adil bir yargıdan bahsetmek maalesef mümkün olamamaktadır. Zamanın Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Yargıtay Başsavcısı, Atatürkçülük ve laikliğin militanı gibi davrandılar. Milletin iradesi ve manevi değerleri savunmasız kaldı. TSK tarafından, düzenlenen bilinçlendirme brifinglerine katılarak, hukuk adamlarımız tarafsızlıklarını kaybettiler. Bu halleriyle de, Yargıyı, TSK?nin yarattığı, baskı ortamının bir savunucu unsuru haline soktular. Bu dönemin isteklerine boyun eğmeyen yüzün üzerinde hakim ve savcı da, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun kararı ile tasfiyeye tabi tutuldu. Baskılara tahammül edemeyip kendiliğinden emekli olanlar bu sayının dışındadır. Tabii ki tasfiye varsa, ideolojik bir kadrolaşma da var demektir. İdeolojik kadrolaşmanın olduğu yargıda da bağımsızlık ve tarafsızlık ilkesini bulmak mümkün olamaz.

 

28 Şubat psikolojik bir savaş mıydı? Bu savaşın teknik ve stratejik yönlerini anlatır mısınız?

 

28 Şubat Müdahalesine Post Modern darbe ismini koydular. Darbe deyince, silahlı bir güç tarafından veya sokakta oluşan bir güç tarafından iktidarın ve onun dayandığı müesseselerin zorla alaşağı edilmesi akla geliyor. 28 şubatta böyle olmadı.

Önce yoğun bir psikolojik harekat başlatıldı. (Psikolojik savaş terimini daha çok düşman ülke halkına yöneltilen faaliyetler için kullanılıyor. Kendi halkımızın duygu ve düşüncelerini değiştirmek için yapılan faaliyetlere de psikolojik harekat deniliyor.) Psikolojik harekatın silahı propagandadır. Vasıtası ise medyadır. Gazetelerde ?İrtica ile Topyekün savaş? başlıkları atıldı. Televizyonlarda kurgu olduğu sonradan daha iyi anlaşılan, tarikat ayinleri ve aşırı simgeleri ifade eden görüntülere yer verildi. Toplum şartlandırıldı. Siyasi otorite yalnız bırakıldı. Sonra baskı ve korku ortamı içerisinde fiili darbe, Cumhurbaşkanı ve TBMM?den 35-40 kişilik bir millet vekili gurubunun parti değiştirmesi ile gerçekleştirildi.

28 Şubatta başlatılan süreçte, milleti İslâmî hayat tarzından çıkarıp, batı medeniyetinin sergilediği hayat tarzını benimsetme iradesinin hakim olduğu bir süreç olarak kabul etmek gerekmektedir.

Bu süreç; dünyadaki gelişmelerden ayrı düşünülmemelidir. Dünyada Müslüman Milletlerin hedef alındığı ve batının kontrolü dışında hareket eden Müslüman Devletlerin yok edilmesi Mücadelesinin başlatıldığı, Büyük çatışmanın bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

Nitekim, Varşova paktı dağıldıktan sonra; yanılmıyorsam 1993 tarihinde, bizim o zamanki Genelkurmay Başkanımızın da hazır bulunduğu bir NATO toplantısında, o zamanki NATO Gen. Sek. Willy Claise NATO'nun yeni düşmanı, İslâm dünyasıdır..' diyerek, batının en önemli askeri ittifakının hedefinin Milletimizin de dahil olduğu İslâm alemi olduğunu belirtmişti.

Biz maalesef bunun arkasından 28 şubat müdahalesini yaşadık.

 

Kamuoyunun durumu bu savaşta nasıldı?

 

Psikolojik harekat ile pasifize edilen kamu oyu olup biteni seyretmekle yetindi. Önde gelen beş sivil toplum kuruluşu da darbecilerin safında yer aldı. İnançlı kesim sindirildi. Bu ortam da, darbecileri haklı konumuna soktu.

Ama bu gün, milletimizin gerçekleri çok daha iyi gördüğünü, haksızlıklara karşı sessiz kalmayacağını, değerlerini çiğnetmeyeceğini zannediyorum.

 

Hizbullah cinayetleri, tarikatlar, cinsel sapkınlıklar? Bunlar tesadüf müydü? 10 yıl önce söylenen sözlerin yeniymiş gibi, her gün bir kasetin ortaya çıkması da sadece kasetlerin yeni ele geçirilmiş olmasın da mı yatıyor?

 

Zamanı gelince kullanılmak üzere malzemeler toplanmıştı. Gerçeklerin açıklandığı propaganda türüne beyaz propaganda deniliyor. Haberler doğru, kaynak belirsiz ise gri propaganda deniliyor. Gerçeklerin arasında yalan veya kurgulanmış haberlerin de bulunduğu ve kaynağı belli olmayan propaganda türüne de kara propaganda deniliyor. 28 Şubat öncesinde ve sonrasında propagandanın bütün türleri etkili bir şekilde kullanıldı.

 

28 Şubat aktörlerinin şu an üniversiteler başta olmak üzere think thank kuruluşlarında yer almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Üniversiteler ile darbeci zihniyetin gönül, fikir ve kader birliği içinde olduğunun göstergesidir. Geçtiğimiz yılda, Van yüzüncü yıl Üniversitesi Rektörünün tutuklanması olayı ile Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü hakkında başlatılan soruşturma işleminde, yargının etki altına alınması için, o şehirlerdeki birliklerin komutanlarının davranışları da basın yer almıştı. Sadece emeklilerinde değil, muvazzaflarında da gönül ve kader birliği var.

 

Bu süreçte dindar insanlar devlete karşıymış gibi mi gösterildi?

 

Evet. Kimse İrticanın ne anlama geldiğini açıkça ifade etmiyor. Laikliğin tanımının yapılmasını istemek dahi , cumhuriyetin ilke ve değerlerine karşı olmanın göstergesi olarak takdim ediliyor. Böylece hedefe, İslâm Dininin esaslarını yaşam tarzı olarak kabul eden insanlar yerleştiriliyor ve bunlara devlet için potansiyel suçlu gözü ile bakılıyor. Başını örtmek, Müslüman kadın için inancının gereği bir ibadet iken, bunu siyasi simge ve irticai eylem olarak takdim etmek, bunun en hazin ve çarpıcı örneğidir. Bu yanlış, yoğun propaganda ile, doğru imiş gibi gösterildi. Namaz kılmak, bir cenazede, namaza iştirak etmek, irticai faaliyet olarak gösterildi. İşine besmele ile başlayanın potansiyel tehdit olarak görülmesi gerektiğini söyleyen yetkililer tanıyorum.

Bu gün gerçekler daha iyi anlaşılıyor. İslam, dünyada olduğu gibi ülkemizde de yükselen bir değer. Gençlerimiz, şuurlu bir şekilde inançlarını yaşıyorlar. Devlet, vatan ve millet sevgisi bakımından onlara kimse kusur yükleyemez.

 

Bürokratların halka ve siyasilere bakışı??

 

Cumhuriyet Tarihimizde, özellikle de 1950?den sonra, Devlet Bürokrasisi (en üst kademeden en alt kademeye kadar olan Devlet memurları) ile Siyasî otorite (TBMM, Bakanlar Kurulu ve Yerel Yönetimler) arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Bürokratlar: halka ve halkın içinden gelen siyasîlere yukardan bakarlar; ister sağ , ister sol, ister milliyetçi olsun, siyasilere güvenmezler. Nazarlarında halk da böyledir. Yedilip-güdülmesi gerekir, Devlet yönetiminin siyasilere teslim edilmesinin tehlikeli sonuçlar doğuracağına inanır ve inandırılırlar.

Bürokratik otoritenin zirvesi Cumhurbaşkanlığıdır. Bürokrasiden gelmesini isterler. Bu makamın siyasilere kaptırılmaması için mücadele verirler. Koç başı ise Silahlı Kuvvetlerdir. Bu nedenle Genelkurmay Başkanları bürokrasinin de gizli liderleridirler. Silahlı Kuvvetlerin içinden ve dışından, siyasi otoriteye karşı sürekli tahrik edilirler.

Devletin güçleri bürokratların kontrolündedir. En zindesi Silahlı Kuvvetlerdir. Siyasî Otoriteye ve Millete karşı zaman zaman baskı unsuru olarak kullanılır. Gayri meşru duruma düşmemek için, yasalarla, yasalarda boşluk varsa tüzük ve yönetmeliklerle, bunlardaki boşluklar da ?Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi? ve benzeri dokümanlarla, güç ve yetkilerinin tahkim edilmesi için büyük mücadele verirler. Bürokratlardan, militan gibi hareket edenleri de bulunmakla beraber, kurumlarının zirvesine ulaşanlar, zekidir, beceriklidir, donanımlıdır, mücadelecidir, ataktır. Geniş ve yetişmiş kadrolara ve imkânlara sahiptirler, çok çalışırlar ve çalıştırırlar. İşin özü, Siyasî otoriteye karşı, Devletin gücü ve geniş yetkilerle donatılmışlardır.

 

Milli iradeyi temsil eden iktidar ile devleti ele geçiren daha doğrusu elinde bulunduran bürokratik iktidarın mücadelesinde ibre kimden yana?

Bürokratik otorite temsilcileri devletin sahibi gibidir.

Millet, kendi isteğine uygun olarak devleti idare etsin diye vekillerini seçiyor. Hükümet olup iktidara gelince, devleti ve bürokrasinin işleyişini ayrıntılı bilemediği için başlangıçta bürokratlara tabi oluyor. Kendilerine bırakılan sahalarda ve daha ziyade ekonomik faaliyetlere yöneliyor. Özellikle iç güvenlik ve dış politikayı Genelkurmaya ve dışişlerine havale ediyor.

Halbuki devlet bir bütündür. Otorite bölünemez. Muktedir olmak için devletin bütün organlarının, siyasi otorite tarafından kontrol altına alınması gerekmektedir. Hükümetler tarafından, bu gerçeğin farkına varıldığı zaman iktidar mücadelesi başlıyor.

Darbelerin öncüsü Silahlı Kuvvetlerdir. Meslekleri icabı askerler, hesaplanmış riskleri üstlenebiliyorlar. Bu nedenle de psikolojik baskı ile korku ve endişe pompalayarak sonuç alıyorlar. Basında yer almıştı. 1997 Ocak ayında, Sincan?da tankların yürütülmesi ile ilgili olarak, Korgeneral İzzettin İyigün, kendisinin emir verdiğini, emri verirken de doğabilecek riskleri göze aldığını beyan etmişti. Yakından tanırım. Benim komutanımdı. Yaptığı yanlıştı. Ama cesur bir insandı. Hani derler ya gözünü budaktan sakınmaz. Öyle bir kişiliğe sahip. Bir örnek olarak söyledim. Bu genel karakterdir.

Devlet yönetimine talip olan siyasi kadrolar da en az askerler kadar hayati riski üstlenebilmelidirler. Millete dayanarak sorumluluklarının gereği olan yetkilerini, işin en başından itibaren sonuna kadar kullanmalıdırlar. Yetkisiz kurul ve kişilere milletten aldıkları yetkileri ne pahasına olursa olsun devretmemelidirler. Eğer işin altından kalkamayacaklarını görürlerse, istifa edip yetkiyi millete iade etmelidirler. Bu kararlılık gösterilirse, inanıyorum ki devletin bütün kurum ve kuruluşlarını kontrol altına alabilirler.

İbre, gürültüye pabuç bırakmayanın tarafındadır.

 

Darbeler dayanağını nereden alıyor?

 

Darbelerin Dayanağının Birinci Ayağı İdeolojik Kadrolaşmadır.

Özellikle Silahlı Kuvvetlerde milletin değerleri ile zıt bir kadrolaşma var ise, yetki yasalarının ideolojik olarak yorumlanmasına ortam hazırlanmış demektir.

 

Darbelerin Dayanağının İkinci Ayağı da Yasal Mevzuattır:

Şüphesiz Anayasa ve yasalar ideolojik olarak yorumlanırsa, darbelere yasal zemin bulmak mümkündür.

1982 Anayasasının, egemenliği millete veren, temel hak ve özgürlüklerle, kurum ve kuruluşların yetki ve sorumluluklarını belirleyen maddeleri göz ardı edilerek;

Başlangıç maddesinin ikinci fıkrasındaki?çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma..? hedefine bakıp, milletin yaşantısını çağdışı ve devlete tehdit olarak görme eğiliminin;

İkinci maddesindeki ?LÂİKLİK? kavramını öne çıkararak dindar insanlara tehdit gözü ile bakma eğiliminin;

?Çağdaş uygarlık düzeyi?ne ulaşmayı ve ?lâik niteliği? korumayı sağladığına inanılan, Anayasa?nın 174 üncü maddesindeki sekiz inkılap kanunun tehdit altında olduğuna dair kuşkunun;

?TSK İç Hizmet Kanunu?na konulmuş bulunan 35 inci maddesindeki ?Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama? görevinin, zamanının belirlenmesinin ve kararının verilmesinin TSK?ne ait olduğuna dair anlayışın;

Devletteki planlamanın direktifi konumundaki ?Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi?ndeki, iç tehdit bölümünde, öncelikli olarak İrticanın iç tehdit olarak belirlenmesi ile, anlam ve aktivite kazanması mümkün olmaktadır.

 

Yani Anayasa ve yasalardaki hükümler statiktir. Bunları planlamaya ve icraya dönüştüren ve dinamik hale getiren ?Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi? dir. Bu belge devletin kurumlarında yapılması zorunlu olan güvenlik planlamalarının dayanağı ve kaynağıdır. Yani bu belgede, devlet kurumlarına bildirilen ?millî hedef? , ?devlete yönelik iç tehditler? ve bunlara karşı alınacak ?tedbirler? belirlenerek, Anayasa ve kanunlarda belirtilen hükümlerin uygulanmasına yetki verilmektedir. Bu belgenin hazırlanma sorumluluğu Bakanlar Kuruluna aittir. Hem bu belgede İrticayı tehdit olarak göstereceksiniz. Hem de güvenlik güçlerinin, makamı ve mevkii ne olursa olsun, inancını yaşayan insanları hedef almasını, devletten tasfiye etmesini ve darbe yapmasını yadırgayacaksınız. Bu inandırıcı olur mu?

Ucunda ölüm de olsa, siyasîler sorumluluklarını tam yüklenmelidir. Kendi iplerini çekme ve milletin değerlerini ayaklar altına alma yetkisini kimseye vermemelidirler.

 

Darbelerin Dayanağının ?Üçüncü Ayağını da Siyasi İstikrarsızlık? Oluşturmalktadır. Yukarıdaki bahsettiğimiz iki dayanak mevcut kaldığı sürece, zayıf koalisyon hükümetleri dönemlerinde, sonu fiili darbeye varan müdahaleler dönemi başlamaktadır.

 

28 Şubat son buldu mu?

 

Bu gün 28 Şubat Sürecinin son bulduğunu söylemek mümkün değildir. Ne zaman ; TSK?de, Yüksek öğretim Kurumlarında ve Üniversitelerde, Yargı?da, Cumhurbaşkanlığı dahil kamu kurum ve kuruluşlarında ve devletin en üstünden en alt kademelerine kadar bütün kademelerinde, inançlarının gereğini yaşayan insanlara potansiyel suçlu olarak bakılmaz ve bu kademelerde istihdam edilmeleri yadırganmaz hale gelinirse; işte o zaman baskı, dayatma ve müdahale sürecinin son bulduğunu söyleyebiliriz.

 

Milli irade nasıl hâkim hale gelir?

 

İşe önce; Milli Güvenlik Siyaseti Belgesindeki iç tehdit olarak belirlenen, aşırı sol, irtica ve bölücülük, tehdit kapsamından çıkarılarak başlanılmalıdır. Böylece Devletin gücünün milletin üstüne bir kabus gibi çökmesi önlenmiş olacaktır.

Arkasından; TBMM?nin sayısal imkanı var iken; milletin değerlerini özümsemiş, milletin bütün fertlerine ve sahip oldukları değerlerine sahip çıkabilecek, herkesin benim Cumhurbaşkanım diyebileceği, liderlik vasıfları bulunan, milletin önünde imtihan vermiş ve bu imtihanlardan yüz akı ile çıkmış, yüksek ahlâkî değerlere ve cesarete sahip, siyasetin içinden bir adayı CUMHURBAŞKANI seçerek kararlılık gösterilmelidir.

Sonra; Türkiye?yi Avrupa?ya entegre etmekten önce devleti millete entegre edecek faaliyetlere girişmelidir. Bunun için ilk adım olarak, TSK?deki son on yıldaki, tasfiyeler, personel alımları ve ideolojik kadrolaşma, TBMM Komisyonlarınca incelenmelidir. Siyasi otoritenin kontrolü dışındaki erk ve özerk kurum ve kuruluşların üyelerinin ve Cumhurbaşkanının millet tarafından seçilmesi sağlanmalıdır.

Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimini milat olarak kabul edersek, devletin millete entegrasyonu için asgari 20-25 yıla ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır. Zamanla giren sıkıntılardan kurtulmak için de zamana ihtiyaç duyulmaktadır. Allah (cc) Milletimizi, Vatanımızı ve Devletimizi her türlü belâdan muhafaza etsin. 20 Ocak 2007

Adnan Tanrıverdi

Em. Tuğgeneral

ASDER Gnl. Bşk.

 

Paylaşmak ister miydiniz?

Submit to DeliciousSubmit to DiggSubmit to FacebookSubmit to Google BookmarksSubmit to StumbleuponSubmit to TechnoratiSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn